entry'ler (15)

solda birlik vaadiyle kizi iliskiye ikna etmek

(bkz: abazan sözlük gencinin solda birlik açılımı)

ben alti yasimdan beri baleye gidiyorum ulan

bir türkan saylan rüyası...

lost

ayça şen radikal gazetesindeki köşesinde ** "büyük sırrım" başlığındaki yazısında; küçümseyerek baktığı lost u izlemeye birikmiş bölümlerle başlayıp, daha sonraları günü zamanı unutup kendini alamadan izleyen bünyelerin hislerine tercüman olmuş. nerden baksan iki ay var 5. sezona, hiç de az değil. 5. sezon trailer'i de hiç yeterli değil devamını beklemekten baka çare de yok gerçi. başlasa da her hafta beklesek heyecanla torrentlere düşüşünü, tatilleri beklemenin verdiği heyecana denk.

**********
önce bunu suya fısıldamayı düşündüm. sonra gelen telefonlara "Şu anda çok acil bir yere yetişmem gerekiyor" deyip alelacele kapattım, arayanlara da çok gıcık oldum.
dün mesela bir arkadaşımla acil birtakım şeyler yapmamız gerekiyordu radyo için (hem de haftalardır planlanan bir çalışmaydı) sırrımı sakladım ve ona çok mühim bir işim çıktığını söyleyip bunu yapmaya devam ettim.
bunun ne olduğunu size söylemeyeceğim. çok utanıyorum. demode olmaktan bazen gurur duyar insan ama bu o gururun ötesinde, gerçekten çok klişe ve modası geçmiş bir şey.
hayır, lütfen beni zorlamayın; ayrobik filan değil. efor sarfettiren, hayata bağlayan bir şey değil. bütün gün sizi eve bağlayan ve saatlerinizi boşa harcatan bir şey.
yazımız klasik bir merak yöntemine dayanarak hem okuyucunun merakını canlı tutup yazıyı sonuna kadar okutmak, hem de ne yaptığımı anlatıp millete rezil olmadan, bir an önce yazıyı paketleyip ona devam etmek.
fakat şu kadarını söylemeliyim ki, günlerdir bunun için eve kapanmaktan ve başka bir şey yapmamaktan göz altlarım morardı, yaşamın bir anlamı kalmadı.
birden bire hayatıma giriverdi. hep duyar ve çok dalga geçerdim. son derece banal bulur, bunu yapanlara acıyarak bakardım.
nur çintay demin mesaj atıp da "yazıyı ne zaman yollayacaksın" dediğinde (ki mesaja da saatler sonra bakabildim kafayı kaldırıp) başımdan aşağı kaynar sular döküldü. önce bu hafta yazmamayı düşündüm. yapıp da söyleyemediğim, evin içinde bir kaçak gibi yaşadığım şeyi ondan da gizledim. biliyordum ki beni küçümseyecek, bu kadar demode bir girişimi acımasızca eleştirecekti.
bunu hayatıma sokan kişiye gizliden gizliye suçluluk duygusu veriyorum. "nerden sardın, beni neden bulaştırdın bu işe" diyorum ama artık bir kez kolumu kaptırmış bulundum. o da biraz utanıp suçluluk duyuyor ama "senin rızan olmadan yapmadım" diyor.
evin içinde fare gibi yaşamaktan çok sıkıldım. memo' yu bir an önce yatırıp olaya girmek için sabırsız davranıyorum, insanlar beni arayıp da işimi bölmesin diye ters cevaplar veriyorum.
yaklaşık bir haftadır hiç telefonum çalmadı.
bu gidişat nereye kadar bilemiyorum ama bu sırrımı paylaşacak kimseyi de bulamıyorum. biliyorum ki "bu yaşta olmuyor bu iş" diyecek, "sen de mi, çok banal" diyecek...
beni zorlamayın. anlıyor musunuz, beni zorlamayın!
atlarım şimdi şu kattan aşağı ama önce hepsini bitirmem gerek.
daha önce olmaz, daha önce olmaz!
yazıyı yazıp yollamam ve hemen ona devam edip memo' nun okuluna uğramam gerek.
paragraflar geçmiyor. oysa onunla öyle güzel vakit geçiyor ki. kim olduğun, nerde olduğun, kimlerle olduğun, ne yaptığın hiç önemli değil. salyaların aka aka, ebleh ebleh onunlasın.
arada bir oturduğun yerde sıçrıyorsun. adrenalinin kralını yaşıyorsun.
annem hiçbir şeye bu kadar uzun süre sadık kalmadığımı bildiğinden dün merak etti ve o da tadına baktı. çok saçma buldu.
yanımda oturup dalga geçti, "bu genç işi yahu, bu yaşta biraz ayıp olmuyor mu" dedi. ona "ne var canım yaşında" deyince "benim için değil, senin için söylüyordum" dedi ama kavga edecek vaktim yoktu, konsantrasyonum çok iyiydi, bırakamadım.
bu kadar. daha fazla bir şey anlatamam. ama muhtemelen haftaya bu iptiladan kurtulmuş olacağım. yani ben istemesem bile elimdekiler bitecek. yenilerinin gelmesi için de haftaların geçmesi gerek.
bunun ne olduğunu bilenlere hediye filan mı versek acaba? aman canım şimdi bu tip şeylerle vakit kaybedip de ondan mahrum kalmak niye...
zaten yazı da bitmiş, şimdi gitmem gerek!
**********

rahatça dondurma yenebilecek ülke istemek

yaz aylarının temel isteğidir. bu ve benzerleri... herkes özgür olmak istiyor; ki dondurma yemek de kimsenin özgürlüğünü kısıtlayıcı bir davranış olmadığı halde birden kısıtlanan davranış haline bürünüyor. buna aldırmayanlar ben keyfime bakarım diyenler var elbette, ama eminim onlar da içten içe; hatta laflar, bakışlar vs ile dıştan dışa bu rahatsızlığı yaşıyorlardır ve lanet ediyorlardır bünyede kaşarlık yoksa. yazık hepimize, nelerle meşgul kafalarımız.

bir simge olarak düşünüldüğünde en küçük ayrıntılar bile mutsuz edebiliyor insanı. belki de hiç giymeyeceği bir kıyafet olarak düşündüğü mini etek ya da dekolte bluz bile sevgili yahut aile tarafından kısıtlandığında sanki daralmış bunaltılmış ve mutsuz olabilir insan. giymese bile istediği an yapabileceğini bilme duygusu güven verir insana çok önemli bir konuymuş gibi; ya da hayat kıyafetten ibaret gibi..

aynı durum erkeklere uyarlandığında; hiç gitmeyecek bile olsa zevkli ama bir o kadar gereksiz ve zararlı bir ortam olan kahveye özgürce gidebileceğini bilme, derbi maçlara denk gelen özel günleri başka zamana erteleyebilen bir sevgili, rutin halı saha maçlarına aynı zevki alırmışcasına destek verebilen bir eş, selam verilen ya da tebessümle konuşulan güzel kız arkadaşlarınla görüldüğünde hemen kıskançlık krizlerine girmeyen bir sevgili rahatlatmıyor mu düşünceleri? sanki hayat bu birkaç şeyden ibaretmiş gibi. elbette değil! biliyor insan bunu, olmasa da olur ya da belki özgür olduğunda da yapmayacağı, istemeyeceği şeyler ama bunu bilmesi bile güzel insanın. özgürlük güven verir insana. güvenildiğini hissettikçe daha çok güvenmeye yaklaşır.

dondurma da yenmese de olur elbette. belki, kötü abazan topluluğu olmayan ortamda bile bundan rahatsızlık duyup kimse rahatsız etmese de yine de sokakta dondurma yemeyecek insanlar var -ki ben bunu daha mantıklı buluyorum- ama ya bunu gerçekten isteyenlerin içinde bulunduğu daraltılmışlık duygusu, sadece dondurma yerken değil günlük hayatı oluşturan pek çok ayrıntıda...

bizim ülkemizin çoğu şehrinde mümkün değil bu, iş dondurmacı önlerine kurulacak masalara kalıyor, pastanelere, çay bahçelerine.. rahatsız edilmek istemiyorsan mecbursun buna ya sokak arası bi yer bulacaksın -küçük şehirse o da- ya da kıçını kırıp oturacaksın başını önüne eğip öyle yiyeceksin dondurmanı. hatta peçeteyi de kapa hafiften ağzına yoldan geçen abazan olursa ya da yan masadakiler, boşa tahrik olmasın elalem ağzınla.

--------pelin batu' nun ağzından dökülen sözlermiş gibi geldi bir an. ilk gördüğümde aşağılayacaktım başlığı; tüm derdimiz böyle ufak şeyler olsa bunca açlığın, acının, derdin içinde diye ama ayrıntı da olsa bazı meselelerin insan ruhuna nasıl etki ettiği yadsınamaz bir gerçek. günün hayatın her anı toplumsal acıları göğüsleye göğüsleye yaşayacak kadar asil değiliz bir çoğumuz. *

sabri bogday

mısırlı terzi komşusunun tek lafıyla idama mahkum edilen, 20 aylık cehennem hayatından sonra, abdullah gül' ün devreye girmesiyle sonunda affedilmiş(!) vatandaşımızdır. geçmiş olsun ona ve ailesine, pek mümkün değil ama dilerim korku dolu aylarının, umutsuz bekleyişinin izini atlatması uzun sürmez..

eve erkek atma teknikleri

söz konusu sevgiliyse, sevilen kişiyse ya da tekniğe gerek yoktur. çoğu erkek kendini zorla davet ettirir, sevgili olmayan bu kişiler içinse eve erkek atma tekniği değil de "evden erkek atma teknikleri" uygulanmalıdır.

egitimin amaci bireye soru sormayi ogretmektir

eksik tespittir. eğitimin amaçlarından sadece biridir soru sormayı öğretmek, dolayısıyla sorgulama yeteneği. sorgusuna cevaplar bulacak*, gerektiğinde uygulamaya dökebilecek* kıvama gelmedikten sonra yetersiz kalacak ve hedeflenene ulaşılamayacaktır.

unutulmaz çizgi film replikleri

tam hatırlamıyorum ama; heidi nin hasret kaldığı dağları, ağaçları görmeyi umarak sabahın körü evden kaçıp boyundan bin kat büyük kuleye tırmandıktan sonra, karşılaştığı beton yığınlarını görünce küçücük haliyle ağzından dökülen isyan cümleleri...
"her yer taş, hani nerede tepesinde hep kar olan kocaman dağlarım, yemyeşil ağaçlarım, ırmaklarım nerede, burdan sadece taştan binalar görünüyor..."

in the name of the father

mükemmel bir filmdir. tv8 hemen hemen her sene yayınlar bu filmi.

o yanan gazeteleri hapishane camından yerlere değil de içime içime attılar sanki o kadar etkileyici...

dead poets society

senaryosu kitaba dayanan çoğu film gibi,önce kitabı okumaktan dolayı beni hayal kırıklığına uğratan film. ne felsefe yapmıştım oysa o sübyan halimle,hepsini sildi süpürdü film. kendi hayal gücümde oluşturduğum tablolar bir bir silindi izlerken, tabi bu filmin kötü olmasından kaynaklanmıyor ki kötü de değil zaten.

mutsuzluğa alışmak

çoğu alışkanlık gibi tehlikelidir. mutluluğun anlık olduğunu fark eder önce, mutlu olacağı şeylerden mahrum kala kala o birkaç an da uzaklaşır hayatından. mutsuzluktan dertlenmemeye başlar sonra. yazması kısa sürse de bu şartların oluşması bir o kadar uzundur. iki gün hayatı sevmemekle olan bir durum değil yani. bu durumu kendi isteğiyle yaşayanlara; ya da yaşamak zorunda bırakılanlara sabır sabır sabır...

aşık olamayan kızlar

aşk isteyerek olunmayan bir şey olduğu için normal kızlardır. aşktan öte dertleri olan bünyeler de dahil bu gruba.

"aşk acısı çekmedim hiç, çünkü dünyanın verdiği acı hepsinden büyüktü." sözün sahibini bilmiyorum anonimdir belki aslında böyle de değil zaten aklımda kalanı salladım. yaşamayı dayanılmaz bulan, bir yük olarak görüp taşıyamadığını düşünen, gerçek manada dünyanın insanların derdini kendi derdi yapabilen insanlar o yoğunlukta aşkı hissedemiyorlardır belki de.

tabi sebeplere dayandırarak olmuyorsa o zaman plancılığa kayıyor. sırf güvenememekten aşık olamamak da nedir arkadaşım borç vermek gibi mi bu aşk, olacaksa olur zaten güvensen de güvenmesen de, gelir hayatını alaşağı eder nefesini keser.

sevgilinin osurması

sevgili gerçekten sevilen kişiyse ve kasıtlı olarak yapmadıysa istemeden de olsa bir utanç çöker osurana, burada sorumluluk sahibi karşı taraf olmalı ve utanan sevgiliyi rahatlatmalıdır. hatta becerebiliyorsa ufak bir pırt da kendisi salıvermelidir teselli amaçlı. samimiyettir bu, sıradan bir günde geleceğe dair sevgiliyle bu konu konuşulduğunda midesi bulanarak ekşitmiyorsa yüzünü öperim alnından. haa kasıtlı osuruklara karşıyım o ayrı, imkanın varsa tutabiliyorsan sık göt kasını git sal gel...

sözlüğe aileden fazla zaman ayırmak

aileden uzak yaşanıyorsa eğer gayet normal bir durumdur. önemli olan gereğinden fazla zaman ayırmamaktır ki o "gereği" denilen de kişiye göre değişir.

üniversiteye yeni başlamış öğrenci davranışları

aileden ilk uzak kalışsa eğer bu kimilerine hayatın açılış günleri hissini verir. sigara içmiyorsa kimisi için sigaraya başlamak, zaten içiyorsa fakat bunu önceki zamanlarda gizli saklı yapmaya alışmışsa milletin gözüne sigarayı soka soka olur olmadık yerde tüttürmek..

sabahlayalım mı hacı? diyerek çok mühim bir şeymiş gibi heyecana kapılmak, içkiye yatkın bir elemansa sapıtana kadar içmek ertesinde bunu tüm yeni arkadaşlara anlatmak, kaldığı yer yurtsa ve çıkış yasaksa gece dışarı kaçma istekleri, yine kaldığı yer yurtsa ve kız yatakhanesiyse kaynaşma, kendini anlatma çabalarıyla yarım yamalak geçmişten bahsetmek kıkırdayarak, ya da köşeye çekilip hüzünlü görünerek dikkat çekmek...

gruplar oluşturmak, sıkı fıkı olmak yılların birlikte geçeceği hissine kapılmak; ki çoğu kişi başaramaz ilk başta yakınlaştığı kişilerle sonuna kadar gitmeyi..

derste izinsiz çıkmayı ayıp saymak, not sistemini öğrendiğinde kendi kendine daha sınavlar başlamadan hesap yapmak, eski yılların sorularını bulmayı ganimet saymak sonraları araştırmaya bile gerek duymadan fotokopici zamanlamalarına alışmak, farklı bir şehirde okunuyorsa memlekete dönüşte sanki büyümüş, hayatın yükü omzunda edası taşımak, kırk yıllık aç gibi yemeklere abanmak, büyük bir hevesle burs efsanelerini dinlemek, "lan neden olmasın 40 bursa başvursam şu kadarı çıksa" hesapları yaparak burs listesi edinmeye çalışmak ve paralı hayallere dalmak... uzar gider.